Selam blog nasılsın?
Bu geceki şirket partisine gitmeme kararı alarak çok isabetli davranmışım, çünkü migrendi sırt ağrısıydı falandı fıstıktı derken, şarkıları sadece birer kere çalışabildim. Yine iyi yapmışım ama di mi bu migrenle? Sonra da oturdum ayaklarımı uzattım, açtım "Going The Distance" isimli filmi izledim. Çok eğlenceliydi. Uzak mesafe ilişkilerini anlatan bir filmdi. En son ilişkim geldi aklıma çünkü o da uzak mesafe ilişkisiydi. Ama filmdeki gibi bir aşk yoktu bizde. O aşkı ben bir kere tattım, ama devam edemedik ve bitti. Ha acısı ne zaman bitti dersen, tam 2 (yazıyla iki) yıl sürdü acısı!!!
Bir insan kalp acısıyla en sevdiği şehrini, ailesini, evini, tüm dostlarını, arkadaşlarını, bin zorlukla girebildiği yüksek lisansını ve daha pek çok şeyi bir kerecik bile düşünmeden birden bire terk edebilir mi? Ben yaptım bunu. İzmir'den kalktım, apar topar Ankara'ya kaçtım. O kadar hırslıydım ki, belki sakinken asla öylesine bir cesareti gösteremeyeceğim bir şekilde mücadele ettim ve şu an sahip olduğum işime kavuştum. Sıfırdan bir hayat kurdum kendimi kısacık zamanda. Sonra kendimi işime adadım ki hiç onu düşünmeyeyim, hiç oturup ağlamayayım. Kalbimin sızısı beynimdeki fırtınalarla hissedilmesin, sadece kodlar uçuşsun gözümün önünde istedim. Gece gündüz çalıştım, eve sadece uyumaya ya da duş almaya bile geldiğim oldu. Ama ne zaman eve gelsem ben, sanki evde o dört duvar arasında kimse görmez nasılsa diye, sanki karşımda gerçekten "o" varmış gibi sesli sesli konuşup, ona diyemediklerimi teker teker ve her seferinde bıkmadan söyleyip söyleyip en sonunda gözyaşlarına teslim oluyordum.
O iki senelik zamanımı ben hep kendimi bile bile kuyuya atarak geçirdim. İçimden çıkıp gezmek gelse bile, ben çağıranları hep reddettim. Kafamı çevirip gitarımı görüyordum, boşver diyordum kendi kendime. Çalmak gelmiyordu hiç içimden. Sürekli bir boşvermişlik, sürekli bir mutsuzluk, ama en önemlisi de umutsuzluk içine düşmüştüm... Sonunda kendime bunları yakıştıramadım. Çünkü artık iş yerinde bile ağlama krizlerine tutuluyordum. Nihayet bir doktorun yardımıyla, gerçeklerle yüzleşmeye hazır hale geldim ve biz o iki senenin ardından konuştuk. İçimde kalan ne varsa söyledim ona. Sesini duyduğum an bile rahatlamıştım aslında ama, kalbim kırılmıştı bi kere. Bunun tamiri çok güçtü. En azından bir sebep öğrensem bana yetecekti. Öğrendim de.
Sonra ben mutlu olabildim blog! Sanki önümde görünmez bir kapı, bir engel varmış da ben her yürümek isteyişimde o engele takılıyormuşum, adımlarımı boşa atıyormuşum gibi oldu. Artık bırak yürümeyi, koşuyordum adeta. Bu sefer "gerçekten" gülümsüyordum. Gözlerimin içi gülüyordu. O gün bugündür hep mutluyum işte =)
Fakat şimdi düşünüyorum da şu sağlıklı kafamla, benim her şeye boşvermişliğimle geçen o iki yıl boyunca ben hayatın tam 730 gününü kaçırmışım! Ben o 730 günde kendime neler neler eklermişim di mi ama? Sonra şunu anladım; insanın başına gelen şey ne kadar kötü olursa olsun, mutlaka o insanı daha güzel bir şeye götürecektir. Eskilere bakıp neden böyle oldu diye dert yana yana kaybettiğimiz günler bir daha asla geri gelmeyecek. Kendini umutsuz hissetmek kadar acı bir şey daha olamaz herhalde. Bundan sonra asla bardağın boş kısmına bakmak yok. Polyanna'ysa Polyanna kardeşim :D
Shawshank Redemption'dan en sevdiğim (pek çoğumuzun en sevdiği tamam biliyorum) sözde de dediği gibi; "Fear can hold you prisoner, hope can set you free!" Ne kadar umutla, temiz yüreklilikle ve istekle bakarsan hayata; hayat da seni o kadar mutlu eder!..
İyi geceler =)
0 yorum:
Yorum Gönder